“Öğrenmek istiyorsan seyahat etmelisin.”
Mark Twain
Sabah kalktığımda güneş henüz uyanmamıştı. Kahvaltı yapmadan elimi yüzümü suya sürerek kapıdan çıktım. Bir şeyler yemek ve nedendir bilinmez kafamın içine giren şu ağrıların dinmesi için kafeye girdim. Ağrım geçmiyor; kafede çalan kısık sesli müzik beni uzaklara götürdü. Aklıma şimşek çakar gibi gelen bir fikir ile gezintiye çıkmak iştiyakı doğdu.
Nereye gitsem? Buralar olmaz, yıkılmış duvarlar, kesilmiş ağaçlar benim gözlerimi doyuramaz; başıma musallat olan sızıya ilaç olamaz. Dün akşam izlediğim bir filmi hatırladım. 13 yaşlarında Finlandıyalı bir çocuk. Erkeklik onuruna erişebilmek için Finlandiyanın uçsuz bucaksız sayılacak ormanında ava çıktı. Bizlerdeki gibi “Saldım çayıra Mevlam gayıra” demiyor, ergenliğe ulaşan erkek çocuklarını tek başlarına ormana gönderip geyik avlamalarını salık veriyorlar ve böylece çocuğun kendine güven duyması sağlanıyor ve hepsinden önemlisi hayat denilen şeyin zannedildiği gibi gökyüzünde uçmak değil dipe düşmek olduğu öğrenilmesi sağlanıyor.
Size filmi anlatmayacağım ama Finlandiya’ya gitmek istediğimi anlamışsınızdır. Çantamda gizlediğim bilgisayarımı açıp Google Maps’i çalıştırdım. Dünya haritası üzerinden Avrupa kıtasını ulaştım, sonra kuzey yönüne doğru hareket ettim. Almanya üzerinden ilerledim; küçük zannettiğim Polonya’dan geçip Litvanya, Estonya derken Finlandiya’nın üzerinde durdum. Yemyeşil olan haritanın üzerinde faremi şöyle böyle hareket ettirirken Helsinki yazısına tıklayıverdim.
Sol tarafta açılan menüden 360 linkine tıklayınca kendimi Helsinki şehrinde buldum.
Helsinki Senato Meydanı'ndayım. Etrafında dönüyorum. Sağa sola, yukarı aşağı bakıyorum. Binalara bakıyorum. Resim çektirenlere poz verenlere bakıyorum. Benim gibi boş boş etrafına bakıp duranları görüyorum. Nereye gideceğimi bilmeden google yönlendirmesiyle bir sokağa daldım.
Gündüzü yaşadığım şehir bir an da geceye büründü. Helsinki sokakları gece de güzelmiş. Beni ilk karşılayan demir yığını heykel oldu. 3 maraba ellerinde koca koca balyozlar ile önlerindeki demiri döver gibi duruyorlar. Hemen karşımda büyükçe bir forum binası, sözümona alışveriş merkezlerin yeni adları. Hemen arkamda uzanan sokakta mağazalar ve bizdeki gibi tarihi binaların önlerinde iskele çekilip binaların yenilenme çalışmaları yapılıyor. Sokakta ilerliyorum. Tekrar gündüz oldu. Taşlarla döşenmiş kaldırım ve sokaklarda tarih kokan binaların arasında yürürken kendimi ortaçağ döneminde olduğum hissine kaptırıyorum. Bu atmosferi bozan günümüz kıyafetleriyle dolaşan insanlar. Silüetlere bakmadan sokaklarda internet hızıma bağlı olarak yavaş yavaş yürüyorum.
Yorulmuş olmalıyım ki parkın karşısında kafenin önündeki sandalyelerden birine oturup kendime sıcak bir içecek söylüyorum. Oturduğum yerden parkı, önümden geçen insanları, gri tonlara hâkim olan tembel kedinin uyuşuk hareketlerini bir süre seyre dalıyorum.
Hafif hafif esen rüzgâr karşımdaki ağaçların yapraklarını sallayarak çeşitli sesler çıkartıp kuşların cıvıldamalarına eşlik ediyor. Dar olan sokaktan tek tük araçlar sessiz sedasız geçmekte. Farem ile haritamı açıp gidebileceğim yerlere bakıyorum. Haritanın içerisinde kayboluyorum. Gezilecek o kadar çok yer var ki! Şaşırıyorum. Saatime bakıyorum. Senato meydanında ve bu meydana açılan sokaklarda o kadar çok oyalanmışım ki vaktin ne kadar hızlı geçtiğini anlamadım. Buraya gelmeme sebep olan filmdeki sahneler aklıma geliyor. Hemen Finlandiya’nın kamp yerlerini aramaya başladım. Haritada ilerlerken tarlanın çokluğu gözüme çarpıyor. Tarlaları daha hızlı geçebilmek için haritayı biraz daha küçülttüm.
Tampere şehrinde durmaya karar verdim. Şehrin yukarıları ormana benziyor. Biraz büyüttüm. Biraz daha büyüttüm. Orman ile iç içe geçmiş tarlaları tekrar gördüm. Çok fazla uzaklaşmadan. Şehrin hemen yakınındaki ormana zum yaptım. Yaklaştıkça resmin kalitesi bozuluyor; geri dönüp biraz daha yukarıdan bakıyorum şehre.
Her yer ağaç, dev ağaçlar. Ağaçların arasında yılan gibi ilerleyen yollar. Sessizlik. Hiç bir ses yok. Bazen kuş sesleri, bazen yaprak hışırtıları. Gökyüzüne baktığım zaman kartallar geniş kanatlarıyla bulutların ardında süzülüyor. İlk kez duyduğum sesler beni tedirgin ediyor ama doğanın bu ihtişamı karşısında korku kayboluyor, yerine güven geliyor. Şehrin bizlere vermeye çalıştığı ama asla veremediği bu sonsuz güven duygusunu ağaçların yanında, börtü böceklerin, kuşların, yaprakların ardında, gizliden gizliye beni gözetleyen çeşitli hayvanların arasında yaşıyorum... Ormanın gözlerinde kendimi görüyorum; yüzümde unuttuğum bir gülümseme beliriyor...
Yazımı İbn Battuta’nın sözleriyle bitiriyorum: “Yolculuk, önce seni sözsüz bırakır sonra da iyi bir hikaye anlatıcısına dönüştürür.”